39,4310$% 0.21
45,5723€% -0.34
53,6039£% 0.04
4.346,38%1,46
7.103,00%1,70
28.325,00%1,70
3.427,36%1,21
9.279,15%-2,53
Antik Mısır, binlerce yıl boyunca Nil Nehri’nin bereketli kıyılarında yükselen, eşsiz piramitleri, tapınakları ve firavunlarıyla adeta tarihin ta kendisiydi. Bu görkemli medeniyetin en çarpıcı özelliklerinden biri de, MÖ 3200 civarında ortaya çıkan ve “tanrıların sözleri” anlamına gelen hiyeroglif yazı sistemiydi (Fischer, 1988, s. 63). Bu kutsal yazı, anıtların duvarlarında, papirüslerde ve mezarların içlerinde Mısırlıların inançlarını, tarihlerini, günlük yaşamlarını ve felsefelerini ölümsüzleştirdi. Ancak, Mısır medeniyetinin düşüşüyle, özellikle Hristiyanlığın ve ardından İslam’ın yayılmasıyla birlikte, hiyeroglifler zamanla terk edildi. Son hiyeroglif metin, MÖ 394 yılında Philae Tapınağı’na oyulduktan sonra, bu eşsiz yazı sisteminin sırrı, bin yıl boyunca kumların altına gömüldü. Arkeologlar, yüzlerce yıl boyunca Mısır’ın görkemli kalıntılarını incelediler ancak bu taşların ve duvarların üzerindeki gizemli işaretlerin anlamını çözmekten aciz kaldılar. Antik Mısır’ın o ihtişamlı sesleri, adeta kumların yuttuğu bir fısıltıya dönüşmüştü.
1798 yılı, dünya sahnesinde büyük bir değişimin başlangıcıydı. Napolyon Bonapart, imparatorluk hırslarıyla Mısır’a bir sefer düzenledi. Ancak bu sefer, sadece siyasi ve askeri hedefler taşımıyordu; Napolyon, beraberinde yüzlerce bilim insanı, mühendis ve sanatçıdan oluşan devasa bir bilimsel ekibi de getirmişti. Amaç, Mısır’ın antik sırlarını keşfetmek ve Batı dünyasına taşımaktı.
İşte bu büyük seferin ortasında, 1799 yılının Temmuz ayında, Nil Deltası’ndaki Rosetta (Reşid) kasabası yakınlarında, kader ağlarını ördü. Fransız askerleri, eski bir kaleyi restore ederken, tesadüfen dikkat çekici bir taş blokla karşılaştılar. Bu taş, ne sıradan bir yapı taşıydı ne de anlamsız bir kaya parçası. Üzerinde özenle kazınmış üç farklı türde yazı bulunan bu siyah bazalt parçası, kısa sürede Rosetta Taşı olarak adlandırıldı (Parkinson, 2005, s. 20). Taşın üzerinde bulunan bu üç farklı metin sırasıyla:
Rosetta Taşı’nın keşfi, Fransız bilim insanları arasında büyük bir coşkuya yol açtı. Taş hemen İskenderiye’ye taşındı ve detaylı incelemelere başlandı. Bilimsel dedektiflik serüveni başlamıştı bile. Ancak taşın kaderi, Mısır üzerindeki Fransa ve İngiltere arasındaki siyasi çekişmelerin gölgesinde kaldı.
1801 yılında, İngiliz ve Osmanlı kuvvetleri, Fransızları Mısır’dan çıkarmak için ortak bir operasyon başlattı. Fransızlar ağır yenilgiler aldı ve İskenderiye’de kuşatıldılar. Fransız General Menou, Fransız bilim insanlarının topladığı tüm antik eserleri, özellikle de Rosetta Taşı’nı, Fransa’ya götürmek için büyük çaba sarf etti. Ancak İngilizler, bu hazineleri Fransızlara kaptırmamakta kararlıydı. Sonuçta, 1801’de imzalanan İskenderiye Antlaşması ile Fransızlar, Mısır’daki tüm antik eserleri İngilizlere devretmek zorunda kaldılar. Bu anlaşma, Rosetta Taşı’nın da el değiştirmesine neden oldu (Ray, 2007, s. 11).
Taş, 1802 yılında Londra’ya getirildi ve kısa süre sonra halka sunulmak üzere British Museum‘a yerleştirildi. Böylece, binlerce yıldır uyuyan bu sessiz taş, iki büyük Avrupa gücü arasındaki rekabetin bir sembolü haline gelerek yeni bir yolculuğa çıkmış oldu. Ancak asıl macera, yani üzerindeki gizemli yazıların çözülme serüveni, yeni başlıyordu.
Rosetta Taşı’nın Avrupa’ya gelişiyle birlikte, tüm kıtada hiyeroglifleri çözmek için amansız bir entelektüel yarış başladı. Birçok bilgin bu gizemi çözmek için uğraştı ancak hiçbiri İngiliz fizikçi, doktor ve dilbilimci Thomas Young kadar ileri gidemedi. Young, çağının en parlak zihinlerinden biriydi ve “son evrensel dahilerden” biri olarak kabul ediliyordu.
On dokuzuncu yüzyılın başlarında, Young, Rosetta Taşı üzerindeki metinleri titizlikle incelemeye başladı. Onun deha adımlarından biri, hiyeroglif metinlerindeki kartuşları (oval çerçeveler) fark etmesi ve bunların kraliyet isimlerini içerdiğini tahmin etmesiydi (Young, 1823, s. 121-135). Bu, çözüme giden yolda atılan kritik bir adımdı. Özellikle, Mısır’ı yöneten Grek kökenli Ptolemaios Hanedanlığı’nın bir firavunu olan Ptolemaios’un ismini içeren kartuşa odaklandı. Antik Yunanca metindeki Ptolemaios adını, hiyerogliflerdeki kartuşla karşılaştırarak bazı hiyeroglif karakterlerinin fonetik (ses tabanlı) değerlerini doğru bir şekilde tespit etti. Örneğin, ‘p’, ‘t’, ‘o’, ‘l’, ‘m’, ‘i’, ‘s’ seslerini büyük ölçüde doğru tanımlamayı başardı.
Ancak Young, hiyerogliflerin sadece resimsel (ideogram) değil, aynı zamanda fonetik (ses tabanlı) bir yazı sistemi olduğunu tam olarak kavrayamadı. O, hala hiyerogliflerin büyük ölçüde sembolik olduğuna inanıyordu. Bu eksiklik, onun daha fazla ilerlemesini engelledi ve tam çözüme ulaşmasını imkansız kıldı. Ancak Young’ın bu öncü çalışmaları, sonraki büyük atılım için bir zemin hazırlamış ve adeta karanlıkta yanan ilk kıvılcımları çakmıştı.
Thomas Young’ın attığı ilk adımların ardından, hiyerogliflerin sırrını tamamen çözecek deha, Fransa’dan geldi: Jean-François Champollion. Çocukluğundan itibaren Doğu dillerine ve antik medeniyetlere karşı olağanüstü bir tutku besleyen Champollion, yirmi yaşından önce Latince, Yunanca, İbranice, Arapça, Süryanice, Farsça ve Koptikçe (Antik Mısır dilinin son evresi) gibi birçok dili öğrenmişti. Onun en büyük hayali, hiyerogliflerin gizemini çözmekti.
Champollion, Young’ın çalışmalarını dikkatle inceledi. Young’ın fonetik değer tespitlerini takdir etmekle birlikte, onun temel bir eksikliği olduğunu fark etti: Hiyerogliflerin sadece resimsel bir sistemden ibaret olmadığıydı. Champollion’un zihninde, 1822 yılında gerçekleşen o “eureka” anında, hiyerogliflerin aslında hem ideogram (resimsel anlam taşıyan semboller) hem de fonogram (ses tabanlı semboller) içeren karmaşık bir sistem olduğu fikri netleşti (Champollion, 1822, s. 1-12). Bu, dilbilim tarihinde devrim niteliğinde bir yaklaşımdı.
Champollion, Koptikçe bilgisi sayesinde, Antik Mısır dilinin konuşma sesleriyle hiyeroglif sembolleri arasında doğrudan bir bağlantı kurdu. Bu bağlantı, ona diğer dilbilimcilerin göremediği bir pencere açtı. Hiyerogliflerin her bir işaretinin, bazen bir sesi, bazen bir kelimeyi, bazen de sadece bir belirleyiciyi (determinatif) ifade ettiğini anladı. Bu devrimci anlayış, ona kayıp bir dilin şifresinin anahtarını verdi.
Champollion’un devrimci yaklaşımını gerçeğe dönüştüren kritik adım, Ptolemaios ve Kleopatra’nın isimlerini içeren kartuşların karşılaştırılmasıyla geldi. Rosetta Taşı’nda yer alan Ptolemaios isminin yanı sıra, Champollion’un eline geçen bir başka önemli ipucu da, Philae Tapınağı’ndan bulunan bir dikilitaş üzerindeki Kleopatra ismini içeren bir kartuştu.
Bu iki ismin karşılaştırılması, Champollion’un bir dizi hiyeroglif işaretinin fonetik değerini kesin olarak belirlemesini sağladı. Örneğin, her iki isimde de ortak olan ‘p’ ve ‘l’ seslerinin hiyeroglif karşılıklarını kolayca tespit edebildi. Ardından, Yunan ve Roma dönemlerine ait diğer kartuşlardaki isimleri de bu yöntemle çözerek, hiyeroglif alfabesinin büyük bir kısmını ortaya çıkardı.
14 Eylül 1822’de, Champollion, kardeşi Jacques-Joseph’e yazdığı ünlü mektubunda, hiyeroglif sistemini çözdüğünü ve Antik Mısır metinlerinin artık okunabilir olduğunu duyurdu. Bu, sadece bir dilbilimsel başarı değil, aynı zamanda binlerce yıl süren bir sessizliğin ardından Antik Mısır’ın yeniden konuşmaya başladığı an oldu. Champollion’un dehası ve azmi sayesinde, kayıp bir dilin sırrı çözülmüş ve tarihin kapıları ardına kadar açılmıştı.
Hiyerogliflerin Champollion tarafından çözülmesi, dünya tarihi ve arkeoloji bilimi için devrim niteliğinde bir dönüm noktasıydı. Bu keşif, Antik Mısır medeniyetine dair bilgileri kökten değiştirdi ve daha önce bilinmeyen birçok sırrı gün yüzüne çıkardı:
Hiyerogliflerin çözülmesi, sadece Antik Mısır’ın sırlarını aydınlatmakla kalmadı, aynı zamanda tüm insanlık tarihine bakışımızı da zenginleştirdi. Tarih, bu keşifle adeta yeniden yazılmıştı.
Rosetta Taşı, günümüzde sadece British Museum’un en gözde eserlerinden biri değil, aynı zamanda medeniyetlerarası iletişimin, kayıp dillerin ve bilginin yeniden keşfinin evrensel bir sembolüdür. Bu taş, üzerinde taşıdığı üç farklı dildeki metinle, farklı kültürlerin ve zamanların nasıl bir araya gelebileceğini, bilgi köprülerinin nasıl kurulabileceğini simgeler.
Rosetta Taşı’nın hikayesi, bilimsel azmin, entelektüel merakın, işbirliğinin ve rekabetin birleştiği ilham verici bir destandır. Thomas Young’ın öncü adımları ve Jean-François Champollion’un dehası, insanlığın bilinmeyene duyduğu bitmek bilmeyen merakın ve onu anlama arzusunun birer kanıtıdır. Bu taş, bizlere, kayıp zannedilen bilginin aslında her zaman bir yerlerde var olduğunu, sadece doğru anahtara ve doğru zekaya ihtiyaç duyduğunu hatırlatır.
Günümüzde, Rosetta Taşı, kültürel mirasın korunmasının ve anlaşılmasının önemini vurgular. O, geçmişin sesini duymak, kadim medeniyetlerin bilgeliğinden ders çıkarmak ve insanlığın ortak hafızasını canlı tutmak için bir fener görevi görür. Bin yıllık sessizliğin ardından gelen bu ses, gelecekteki nesillere de, bilginin gücüne, insan zihninin sınırsız potansiyeline ve medeniyetlerarası köprüler kurmanın değerine dair ışık tutmaya devam edecektir.
Kaynaklar:
Aydınlanmanın Fısıltıları, Komploların Gürültüsü: İlluminati’nin Tarihsel Doğuşu