40,2607$% 0.13
46,7252€% 0.08
53,9495£% 0.21
4.320,96%0,56
7.017,00%0,27
27.981,00%0,27
3.334,69%0,33
10.219,40%-0,06
Osmanlı tarihinin en çetin ve en kudretli padişahlarından biri… İmparatorluğu iki katına çıkaran, Doğu’nun fatihi, sert ve ödünsüz bir hükümdar: Yavuz Sultan Selim. Onun hayatı, savaş meydanlarında geçen bir kılıç destanıydı. Ancak sarayın kalın duvarları ardında, devlet işlerinin ve savaş hazırlıklarının yoğunluğu içinde, adı tarihe pek geçmemiş, belki de sadece fısıltılarla anlatılan bir hikaye gizleniyordu.
Bugün, o hikayenin peşine düşeceğiz. Bir köle kızın, padişahın sert mizacına rağmen kalbinde yeşeren imkansız aşkını ve bu aşkın sonuçlarını anlatacağız. Bu hikaye, belki de tarihi bir gerçeklikten çok, bir dönemin ruhunu yansıtan bir efsanedir. Fakat içindeki duygu, sadakat ve fedakarlık, çağları aşan bir gerçeği anlatır. Bize katılın ve kılıcın gölgesinde, sessiz bir kalbin feryadını dinleyin.
Yavuz Sultan Selim, babası II. Bayezid’e karşı taht mücadelesi vermiş, devleti doğudan gelen tehditlere karşı korumuş, Mısır Seferi ile hilafeti Osmanlı’ya taşımış bir fatih idi (Danişmend, 1971, Cilt 2, s. 165). Uzun boylu, geniş omuzlu, gür kaşlı ve heybetli bir görünüme sahipti. Zekası, cesareti ve kararlılığı efsaneydi. Ancak mizacı da bir o kadar sert ve tavizsizdi. Onun yanında çalışmak, hatta yaşamak bile cesaret isterdi. Sarayda herkes, onun kararlarından ve öfkesinden çekinir, ona karşı saygı ve korku karışımı bir duygu beslerdi. Bu sebep-sonuç ilişkisi, padişahın etrafında bir gizem ve erişilmezlik duvarı örmüştü.
Bu çelik gibi mizacının ardında, derin bir entelektüel merak ve ilim sevgisi yatıyordu. Farsça ve Arapça şiirler yazar, ilim meclislerinde alimlerle sohbet ederdi. Fakat bu yönü bile, onun sert dış kabuğunu pek yumuşatmazdı. Böylesine çetin bir ruhun, bir gönül meselesiyle anılması, dönemin saray ahlakı ve padişahın kendi prensipleri açısından pek mümkün görünmüyordu.
İşte bu çetin ve ulaşılmaz dünyada, sarayın derinliklerinde bir köle kız vardı. Adı tarihe geçmemiş olsa da, ona “Gülbahar” diyelim. O, bir savaş esiri olarak getirilmiş, padişahın hizmetine verilmişti. Herkesin korktuğu, çekindiği padişahtan, Gülbahar da ilk başlarda korkuyordu. Ancak zamanla, onun heybetli duruşunun ardındaki zekayı, ilme olan düşkünlüğünü ve adaletli kararlarını fark etti. Gördüğü her şey, padişahın insani yönlerini gün yüzüne çıkarıyor ve Gülbahar’ın kalbinde bir hayranlık uyandırıyordu.
Gülbahar, padişahın kütüphanesine hizmet eder, ona kitapları taşır ve sessizce köşede beklerdi. Bu anlarda, padişahın düşüncelere dalışını, şiir okuyuşunu veya bir harita üzerinde strateji çalışmasını izlerdi. Bu sessiz anlar, bir köle kızın kalbinde imkansız bir aşkın filizlenmesine yol açtı. O, padişahı bir hükümdar olarak değil, bir insan olarak görmeye başlamıştı. Onun kederini, yorgunluğunu ve yalnızlığını hissediyordu. Bu tek taraflı aşk, onu padişaha daha da bağladı.
Efsaneye göre, bu sessiz aşk, bir şekilde padişahın dikkatini çekti. Bir gün, padişah kütüphanede çalışırken, Gülbahar’ın elindeki bir kitaba gözü takıldı. Kitabın sayfasında, padişaha ait bir şiirin altına, kendince küçük bir not yazmıştı. Bu not, padişahın şiirine olan derin bir hayranlığı ve onun yüceliğine olan inancını dile getiriyordu. Padişah, notu okuyunca şaşırdı. Kendisinden korkan, kaçan insanlara alışık olan padişah, bu samimi ve saf hayranlık karşısında bir an durakladı.
Padişah, Gülbahar’ı karşısına aldı ve notu kimin yazdığını sordu. Gülbahar, titreyen bir sesle kendisinin yazdığını itiraf etti. O an, Gülbahar’ın içinde bir korku ve bir umut fırtınası koptu. Belki de sonu gelecekti. Ancak padişahın tepkisi, hiç kimsenin beklemediği gibi oldu. Padişah, Gülbahar’ın zekasından ve dürüstlüğünden etkilendi. Belki de hayatında ilk defa, kendisini bir hükümdar olarak değil, bir insan olarak gören biriyle karşılaşmıştı.
Efsanenin en dramatik kısmı burada başlar. Yavuz Sultan Selim’in, Gülbahar’a, kendisini sevdiğini bildiğini ve onun kalbini onurlandırdığını söylediği rivayet edilir. Ancak bir padişahın hayatında aşk, hele ki bir köleyle olan aşk, düşünülemezdi. Devletin bekası, kişisel duyguların çok üzerindeydi. Padişah, Gülbahar’a bir seçenek sundu: Ya sarayda, padişahın himayesinde, ancak sessiz ve gizli bir şekilde yaşayacak, ya da padişahın izniyle özgür bir insan olarak hayatına devam edecekti. Bu seçenek, Gülbahar için bir fedakarlık anıydı.
Hikayeye göre, Gülbahar padişahı kendi hayatından daha çok sevdiği için, onun devletine ve ailesine zarar vermemek adına özgürlüğünü seçti. Padişahın himayesi altında saraydan ayrıldı, bir ev kurdu ve kalan ömrünü padişahın vefatına dek dualarla geçirdi (Kuntay, 1944, Cilt 1, s. 100). Bu hikaye, Yavuz Sultan Selim’in sert mizacının ardındaki insani yönleri vurgulayan bir romantik anlatı olarak günümüze kadar gelmiştir.
Ancak, bu hikayenin tarihi kaynaklarda yeri yoktur. Dönemin vakanüvisleri ve yabancı seyyahların kayıtları, Yavuz Sultan Selim’in özel hayatıyla ilgili bu tür detaylara yer vermezler. Yavuz’un bilinen tek eşi, oğlu Kanuni Sultan Süleyman’ın annesi Ayşe Hafsa Sultan’dır. Bu nedenle, Gülbahar’ın hikayesi, muhtemelen halk arasında dilden dile aktarılan ve zamanla destanlaşan bir efsaneden ibarettir (Akşin, 2007, s. 210).
Bu efsane, bize tarihi figürlerin nasıl mitolojik karakterlere dönüştüğünü gösterir. Sert, acımasız ve uzak bir padişah imajının, halkın gözünde daha insani, daha duygusal bir hale getirilme çabasıdır. Bu sebep-sonuç ilişkisi, efsanenin doğuşunu ve yaşamasını açıklar.
Yavuz Sultan Selim’in ve bir köle kızın imkansız aşkı, tarihin tozlu sayfalarında değil, halkın kalbinde ve hafızasında yer bulmuş bir hikayedir. Bu efsane, bize, en güçlü liderlerin bile insani duygulardan uzak olmadığını, aşkın ve fedakarlığın gücünün, iktidarın ve savaşın gölgesinde bile var olabileceğini hatırlatır.
Bu hikaye, tarihi gerçeklik olmasa bile, bir dönemin ruhunu, bir padişahın çelişkili kişiliğini ve aşkın evrensel doğasını anlatan, dinlemeye değer bir destandır. Kılıcın gölgesinde yeşeren bu imkansız aşk, bize bazen en büyük hikayelerin, en sessiz kalplerde saklı olduğunu fısıldar.