39,5851$% -0.32
45,6681€% -0.99
53,6762£% -0.71
4.322,05%1,03
7.024,00%2,53
28.013,00%2,53
3.427,88%1,36
9.311,88%-2,19
Çanakkale Savaşı, sadece askeri stratejiler ve kahramanlık hikayeleriyle değil, aynı zamanda cephe gerisindeki lojistik mücadelesiyle de tarihe yazılmıştır. İtilaf Devletleri’nin ani ve yoğun saldırıları karşısında Osmanlı ordusunun hızla Gelibolu Yarımadası’na sevk edilmesi, beraberinde devasa bir lojistik sorununu da getirdi. Cepheye düzenli ve yeterli miktarda erzak ulaştırmak, savaşın en kritik ve zorlu aşamalarından biriydi. Deniz yolu ulaşımı, İtilaf donanmasının sürekli tehdidi altındaydı. Kara yolu ise, engebeli arazi, yetersiz altyapı ve uzun mesafeler nedeniyle büyük kısıtlamalar taşıyordu (Broadbent, 2005, s. 112). İklim koşulları da erzak teminini olumsuz etkiliyordu. Yaz aylarının kavurucu sıcakları ve kış aylarının dondurucu soğukları, hem erzakın bozulmasına hem de ulaşımın zorlaşmasına neden oluyordu. Savaşın yarattığı kaos ve belirsizlik ortamı, erzak planlamasını ve dağıtımını daha da karmaşık hale getiriyordu. Cepheye ulaşan ince erzak ipleri çoğu zaman kopuyor veya yetersiz kalıyordu, bu da askerlerin açlık ve yoklukla mücadele etmek zorunda kalmasına yol açıyordu.
Osmanlı askerinin Çanakkale cephesindeki temel besin kaynakları, çoğunlukla cepheye ulaştırılabilen en dayanıklı ve basit gıdalardan oluşuyordu. Bunların başında, genellikle arpa veya buğday unundan yapılan, çoğu zaman bayat ve sert olan ekmek geliyordu (Taşçıoğlu, 2015, s. 65). Ekmek, askerin günlük temel karbonhidrat kaynağıydı ancak teminindeki istikrarsızlık ve kalitesizliği sıklıkla sorun yaratıyordu. Kuru bakliyat (bulgur, pirinç, kuru fasulye, nohut gibi), uzun süre dayanabildiği için önemli bir protein kaynağıydı. Ancak bunların pişirilmesi zaman ve yakıt gerektiriyordu ki, cephe koşullarında her ikisi de kısıtlıydı. Konserve et ve balık, pratik ve nispeten besleyici bir seçenek olsa da, miktarı genellikle yetersiz kalıyordu ve kalitesi değişkenlik gösteriyordu. Zeytin ve peynir gibi diğer dayanıklı gıdalar da zaman zaman askerin sofrasına ulaşıyordu ancak bunlar da düzenli bir şekilde temin edilemiyordu. Erzakın temin ve dağıtım süreçleri, savaşın kaotik ortamında çoğu zaman aksıyordu. Cepheye ulaşan erzak, genellikle yetersiz miktarda oluyor ve askerler uzun süre aç kalabiliyordu. Dağıtım ise, siperlerin tehlikeli konumu ve ulaşım zorlukları nedeniyle büyük çaba gerektiriyordu.
İtilaf Devletleri askerlerinin, özellikle Anzak (Avustralya ve Yeni Zelanda Kolordusu) ve İngiliz askerlerinin standart savaş tayınları, Osmanlı askerlerinin iaşesine göre genellikle daha çeşitli ve düzenliydi. Bu tayınların temelini sert bisküviler (hard tack), konserve sığır eti (bully beef), reçel, tereyağı veya margarin, çay, şeker ve bazen de çikolata oluşturuyordu (Fewster, Basarin & Roberts, 2014, s. 148). Sert bisküviler, uzun süre dayanabilen ancak oldukça sert ve kuru olduğu için askerler tarafından pek sevilmeyen bir gıdaydı. Genellikle çaya batırılarak veya ezilerek tüketilmeye çalışılırdı. Konserve sığır eti, önemli bir protein kaynağıydı ancak tek başına sürekli tüketildiğinde askerleri bıktırabiliyordu. Çay ve şeker, sıcak bir içecek sağlayarak hem fiziksel hem de moral olarak askerlere destek oluyordu. Bu tayınlar, genellikle düzenli aralıklarla askerlere ulaştırılmaya çalışılıyordu ancak savaşın yoğunluğu ve lojistik sorunlar nedeniyle zaman zaman aksamalar yaşanıyordu. İtilaf askerleri, tayınlarının nispeten daha iyi olmasına rağmen, sıcak yemek özlemi çekiyor ve cephedeki monoton beslenmeden dolayı sıkıntı yaşıyorlardı.
Çanakkale cephesinde, Osmanlı ordusunda farklı etnik gruplardan (Türk, Arap, Kürt, Arnavut vb.) askerler omuz omuza savaşıyordu. Bu askerlerin temel beslenme alışkanlıkları birbirinden farklıydı. Örneğin, bazı bölgelerde zeytinyağlı yemekler ve sebzeler önemli bir yer tutarken, bazı bölgelerde et ve tahıl ağırlıklı beslenme yaygındı. Cephedeki standart iaşe, bu farklı alışkanlıklara tam olarak uyum sağlamakta zorlanıyordu. Aynı şekilde, İtilaf ordusunda da İngiliz, Fransız, Avustralyalı, Yeni Zelandalı, Hintli ve diğer milletlerden askerler bulunuyordu. Bu askerlerin de kendi özgün beslenme kültürleri vardı. Örneğin, Anzaklar genellikle et ağırlıklı beslenmeye alışkınken, Hintli askerlerin dini inançları nedeniyle belirli yiyeceklerden kaçınmaları gerekiyordu. Cephedeki iaşe sistemleri, bu farklı milletlerin alışkanlıklarını tam olarak karşılayamıyordu ve askerler, kendi kültürlerine özgü yiyecekleri özlüyorlardı. Bu durum, zaman zaman moral bozukluğuna ve yemeklere karşı isteksizliğe yol açabiliyordu.
Çanakkale cephesindeki zorlu koşullarda yemek hazırlamak, başlı başına bir mücadeleydi. Siperler ve derme çatma barınaklar, yemek pişirmek için uygun alanlar sunmuyordu. Kullanılan araç gereçler son derece basitti: birkaç kazan, tencere ve bazen de askerin kendi matarası. Ateş yakmak, hem güvenlik riski taşıyor hem de yakacak malzeme bulmak zordu. Açıkta ateş yakmak, düşman topçusunun dikkatini çekebilirdi. Toplu yemek pişirme ve dağıtım, lojistik zorluklar ve cephe hatlarının tehlikeli konumu nedeniyle büyük bir çaba gerektiriyordu. Bazen, sıcak bir yemek umuduyla toplanan askerler, düşman saldırısı nedeniyle yemeklerini yiyemeden siperlere geri dönmek zorunda kalıyordu. Yemekler genellikle yetersiz pişmiş veya soğuk olurdu. Buna rağmen, askerler arasında basit bir yemeği paylaşmak, dayanışma ve umut duygularını güçlendiren önemli bir ritüeldi. Ateş hattında pişen o basit lokmalar, sadece karın doyurmakla kalmıyor, aynı zamanda askerlerin birbirine olan bağını da perçinliyordu.
Çanakkale Savaşı’nda yetersiz ve dengesiz beslenme, askerlerin fiziksel ve psikolojik sağlığı üzerinde ciddi olumsuz etkilere yol açtı. Sürekli açlık, halsizlik, bitkinlik ve hastalıklara karşı direncin azalmasına neden oluyordu. Dizanteri, tifo ve diğer enfeksiyon hastalıkları, yetersiz beslenen askerler arasında hızla yayılabiliyordu (Erikson, 2001, s. 95). Moral bozukluğu ve umutsuzluk da yetersiz beslenmenin kaçınılmaz sonuçları arasındaydı. Aç ve yorgun düşen askerlerin savaşma azmi ve dayanıklılığı azalabiliyordu. Buna karşılık, cepheye ulaşan az miktarda bile olsa, düzenli ve nispeten besleyici bir öğün, askerlerin moralini yükseltiyor ve dayanıklılıklarını artırıyordu. Sıcak bir çay veya paylaşılan bir konserve, askerler için sadece bir yiyecek değil, aynı zamanda cephedeki zorlu hayata karşı bir umut ışığı anlamına geliyordu. İyi beslenmenin, askerlerin fiziksel ve zihinsel olarak savaşmaya hazır olmaları üzerindeki olumlu etkisi tartışılmazdı.
Çanakkale Savaşı’na katılan askerlerin hatıratları ve mektupları, cephedeki yemek deneyimlerine dair dokunaklı ve çarpıcı anlatılar içermektedir. Kıtlık, yokluk, evdeki sıcak yemeklere duyulan özlem ve bazen paylaşılan basit bir yemeğin bile ne kadar değerli olduğu bu anlatılarda sıkça dile getirilir. Bir Osmanlı askeri hatıratında, günlerce aç kaldıktan sonra gelen bir parça kuru ekmeğin nasıl bir ziyafet gibi geldiği anlatılırken, bir Anzak askeri mektubunda, annesinin yaptığı kurabiyeleri hayal ettiğini yazmaktadır (Lambert, 2008). Cephedeki askerler, çoğu zaman bulabildikleri otları veya küçük hayvanları yiyerek hayatta kalmaya çalışmışlardır. Paylaşılan bir avuç zeytin veya bir tas bulgur çorbası, o zorlu günlerde askerler arasındaki dayanışmayı ve insanlığı ayakta tutan küçük bir umut kaynağı olmuştur. Bu hatıralar, savaşın acımasızlığına rağmen, cephedeki askerlerin basit bir lokmanın bile değerini nasıl bildiklerini ve hayata tutunma çabalarını gözler önüne sermektedir. Siperlerdeki o sofralar, savaşın ortasında bile insanlığın ve paylaşmanın ne kadar önemli olduğunu hatırlatan sessiz tanıklardır.
Kaynaklar:
Yemen’den Saraylara, Oradan Sokaklara: Kahvenin Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Yükselişi ve Düşüşü