39,1807$% -0.02
44,8153€% -0.01
52,8961£% -0.06
4.215,25%0,67
6.891,00%0,46
27.480,00%0,47
3.345,47%0,67
9.693,53%0,35
On dördüncü yüzyılın sonlarına doğru, 1389’da o dönemki önemli ilim ve kültür merkezlerinden Şam’da dünyaya gelen Akşemseddin, henüz çocuk yaşta ilimle yoğrulmaya başladı. Asıl adı Şemseddin Mehmed b. Hamza olan bu zat, ailesinin de ilim ehli olmasından aldığı destekle medrese eğitimine küçük yaşta başladı. Fıkıh, tefsir, hadis, mantık ve matematik gibi temel İslam bilimlerini tahsil ederek geniş bir ilmi birikim kazandı. Ancak onun arayışı sadece zahiri ilimlerle sınırlı kalmayacak, ruhunun derinliklerinde manevi bir uyanışın tohumları yeşerecekti. Bu arayış, onu dönemin büyük mutasavvıflarından Hacı Bayram-ı Veli’ye yöneltti.
Akşemseddin, Hacı Bayram-ı Veli’nin sohbetlerine katılarak onun müritleri arasına girdi ve kısa sürede tasavvuf yolculuğunda büyük ilerlemeler kaydetti. Hacı Bayram-ı Veli’nin yanında aldığı manevi eğitim, onun ruhaniyetini derinleştirdi ve ona “Gönül Sultanı” lakabını kazandırdı. Bu unvan, sadece onun tasavvuftaki yüksek mertebesini değil, aynı zamanda insan ruhuna ve gönlüne nüfuz edebilme yeteneğini de simgeliyordu. Bu dönemde Akşemseddin, sadece bir sufi olarak değil, aynı zamanda tıp, eczacılık ve botanik gibi bilim dallarına olan derin ilgisini de pekiştirdi. Tasavvufun insana ve kainata bütüncül bakış açısı, onun bilimsel araştırmalarına da yansıyacak, gözlem ve deneyi, manevi sezgiyle birleştirerek eşsiz bir alim profili ortaya koyacaktı (Uzunçarşılı, 1988, c. 2, s. 600).
Akşemseddin’in hayatının ve şöhretinin zirve noktalarından biri, dönemin genç ve hırslı padişahı Fatih Sultan Mehmet’in hocası olmasıydı. Fatih’in hem ilmi hem de manevi gelişiminde büyük rol oynayan Akşemseddin, özellikle İstanbul’un fethi sürecinde kilit bir figür haline geldi. O sadece bir alim değil, aynı zamanda ordunun ve Fatih’in maneviyatını yüksek tutan, stratejik rehberlik de sunan bir liderdi. Fethin en kritik anlarında, askerlerin moralinin düştüğü zamanlarda bile, Akşemseddin’in duaları ve manevi gücü, fethin gerçekleşeceğine dair inancı pekiştirdi. Özellikle Fatih’in fethin zorlukları karşısında tereddüt ettiği anlarda, Akşemseddin’in ona verdiği güçlü destek ve fetih müjdesi, tarihin akışını değiştiren en önemli faktörlerden biri olarak kabul edilir (Babinger, 1992, s. 100).
Fethin başarısı, Akşemseddin’in hem manevi liderliğini hem de bilimsel kişiliğini tüm İslam dünyasında ve Osmanlı topraklarında pekiştirdi. Artık o, sadece bir “Gönül Sultanı” değil, aynı zamanda “Hekim-i Devran” yani devrin en büyük hekimi olarak da anılıyordu. Bu ün, onun tıp alanındaki çalışmalarına ve görüşlerine daha fazla itibar kazandırdı. Akşemseddin, sarayda ve halk arasında hem dini hem de bilimsel konularda başvurulan bir otorite haline geldi. Onun bu rolü, bilim ve tasavvufun, hatta siyasetin bile bir araya gelebileceğinin, bir alimin aynı anda hem bir gönül rehberi hem de bir bilim öncüsü olabileceğinin canlı bir kanıtıydı.
Akşemseddin’i kendi döneminin ve hatta kendisinden yüzyıllar sonrasının tıp düşüncesinden ayıran en çarpıcı özelliği, hastalıkların gözle görülmeyen küçük canlılar, yani “tohumcuklar” veya “küçük tohumlar” tarafından yayıldığına dair devrimci teorisidir. Bu teori, modern mikrobiyolojinin temelini oluşturan Louis Pasteur ve Robert Koch gibi bilim insanlarından çok daha önce, 15. yüzyıl ortalarında dile getirilmiş bir vizyondu.
O dönemde Batı tıbbı hala Hipokrat’tan gelen humörler teorisine (dört sıvı teorisi), yani hastalıkların vücuttaki dört temel sıvının (kan, balgam, sarı safra, kara safra) dengesizliğinden kaynaklandığı inancına sıkı sıkıya bağlıydı. Batı’da gözle görülmeyen organizmaların hastalık nedeni olabileceği fikri, ancak 17. yüzyılda Antonie van Leeuwenhoek’un mikroskobuyla “hayvancıklar” keşfettiğinde ve tam anlamıyla kabul görmesi 19. yüzyılı bulduğunda ortaya çıkmıştır.
Akşemseddin ise, “Maddetü’l-Hayat” adlı eserinde bu “tohumcukların” canlı olduğunu, insanlar arasında yayıldığını ve hastalıklara neden olduğunu açıkça belirtmiştir. Şöyle demiştir: “Hastalıkların insanlarda birer birer zuhur etmesi, bunların tohumları olarak çıkan maddelerin bulaşmasından ileri gelir. Bu tohumlar o kadar küçüktür ki, gözle görülmezler; fakat bunlar canlıdırlar.” (Akşemseddin, Maddetü’l-Hayat, Süleymaniye Kütüphanesi, Ayasofya Koleksiyonu, nr. 3574, vr. 40a’dan aktaran Erginöz, 2003, s. 115). Bu ifadeler, onun ne kadar ilerici bir düşünceye sahip olduğunu, adeta bir bilimsel sezgiyle gözle görülmeyenin sırrını çözdüğünü göstermektedir. Bu mikrop teorisi, o dönem için şaşırtıcı ve çığır açıcıydı; Akşemseddin’in gözlem ve akıl yürütme yeteneğinin zirve noktasıydı.
Akşemseddin’in mikrop teorisi ve diğer derin tıbbi bilgileri, onun iki önemli eseri olan “Maddetü’l-Hayat” (Hayat Maddesi) ve “Kitabü’t-Tıb” (Tıp Kitabı) adlı yapıtlarında şekillenmiştir. Bu eserler, Akşemseddin’in sadece bir sufi değil, aynı zamanda bilimsel metodolojiye hakim, gözlem ve deneye dayalı (ampirik) bir hekim olduğunu kanıtlar niteliktedir.
“Maddetü’l-Hayat”, özellikle hastalıkların etiyolojisi (nedenleri) ve yayılışı üzerine yoğunlaşır. Yukarıda bahsedilen “tohumcuklar” teorisi, bu eserde detaylı bir şekilde açıklanır. Akşemseddin, hastalıkların bulaşıcı doğasını anlamış ve bu küçük etkenlerin nasıl yayıldığını, özellikle hava yoluyla veya temas yoluyla bulaşmanın önemini vurgulamıştır. Bu, o dönemdeki yaygın batıl inançların ve astrolojik açıklamalara dayalı hastalık anlayışının aksine, tamamen bilimsel bir yaklaşımdı. Eser, ayrıca hijyenin, temizliğin ve çevresel faktörlerin hastalıkların önlenmesindeki rolüne de değinir.
“Kitabü’t-Tıb” ise daha çok pratik tıp ve tedavi yöntemleri üzerine odaklanır. Bu kitapta Akşemseddin, çeşitli hastalıkların semptomlarını, seyirlerini ve tedavi süreçlerini detaylı bir şekilde anlatır. Bitkisel ilaçların hazırlanması, dozajları ve uygulama yöntemleri hakkında geniş bilgiler sunar. Onun bu eserdeki yaklaşımı, sadece teorik bilgiye dayanmaktan ziyade, uzun yıllara dayanan klinik gözlem ve deneyimlerinden elde ettiği verilere dayanıyordu. Hastaların bireysel farklılıklarını gözeterek tedavi planları oluşturmanın önemine değinmesi, onun kişiselleştirilmiş tıp anlayışının da bir göstergesidir.
Akşemseddin’in bu eserleri, onun bilimsel düşünce metodolojisinin zirvesini temsil eder. O, sadece eski metinleri tekrarlayan bir derleyici değil, aynı zamanda doğayı ve insan bedenini dikkatle gözlemleyen, edindiği bilgileri akıl süzgecinden geçiren ve yeni teoriler geliştiren bir araştırmacıydı. Bu eserler, Türk-İslam tıp geleneğine önemli bir miras bırakmış ve sonraki nesil hekimler için değerli birer referans kaynağı olmuştur (Erginöz, 2003).
Akşemseddin’in mikrop teorisi, onu o dönemdeki salgın hastalıklarla mücadelede de son derece vizyoner yaklaşımlar sergilemeye yöneltti. Özellikle veba gibi yıkıcı salgınların Avrupa ve Ortadoğu’yu kasıp kavurduğu bir çağda, Akşemseddin, bu hastalıkların yayılmasını engellemek için hijyen (temizlik) ve karantina (tecrit) uygulamalarının hayati önemine vurgu yapmıştır.
Dönemin genel inanışında, salgınlar genellikle kötü ruhlar, Tanrı’nın gazabı veya astrolojik etkiler gibi metafizik nedenlerle açıklanıyordu. Ancak Akşemseddin, hastalıkların “tohumcuklar” yoluyla bulaştığına dair inancı sayesinde, bu “tohumcukların” yayılmasını engellemenin yollarını aramıştır. Eserlerinde, kişisel temizliğin, giysilerin ve yaşam alanlarının hijyeninin önemini sıkça belirtmiştir. Hastaların ve hasta eşyalarının temizliğine özel dikkat gösterilmesini tavsiye etmiştir.
Daha da önemlisi, Akşemseddin’in karantina anlayışı, modern epidemiyolojinin ilk adımlarından biriydi. Hastalıklı bireylerin sağlıklı insanlardan tecrit edilmesinin, salgının yayılmasını önlemede kritik bir rol oynadığını savunmuştur. Bu, günümüzdeki bulaşıcı hastalıklarla mücadeledeki izolasyon prensiplerinin erken bir örneğiydi. O, salgınların sadece ilahi bir takdir olmadığını, aynı zamanda insanın dikkatli davranışları ve önlemleriyle kontrol altına alınabileceğini anlamış, bu da onun bilimsel ve rasyonel bakış açısının bir başka kanıtıydı (Akşemseddin, Maddetü’l-Hayat). Akşemseddin’in bu erken dönemdeki hijyen ve karantina önerileri, salgınlara karşı bir kalkan görevi görmüş ve hem bireysel hem de toplumsal sağlığın korunmasında çığır açan bir düşünceyi temsil etmiştir.
Akşemseddin’in tıp ilmindeki derinliği, sadece mikrop teorisiyle sınırlı değildi; o aynı zamanda eczacılık ve botanik alanında da önemli bir uzmandı. Doğayı ve bitkileri inceleyerek, onların şifalı özelliklerini keşfetme konusunda büyük bir yeteneğe sahipti. Eserlerinde, yüzlerce bitkinin tıbbi özelliklerini, hangi hastalıklar için kullanılabileceğini, nasıl hazırlanması gerektiğini ve dozajlarını detaylı bir şekilde kaydetmiştir.
Onun eczacılık bilgisi, dönemin tıbbi pratiğine yenilikler getirmiştir. Akşemseddin, sadece mevcut ilaçları kullanmakla kalmamış, aynı zamanda kendi gözlemleri ve deneyleriyle yeni bitkisel ilaçlar geliştirmiş ve reçeteler oluşturmuştur. Bitkisel ilaçların doğal ve bütüncül tedavi yaklaşımlarına olan inancı, onun hastalarını sadece bedensel değil, ruhsal olarak da iyileştirmeye yönelik çabasının bir parçasıydı. Tedavinin bir sanat olduğuna inanır, her hastaya özel bir yaklaşım gerektirdiğini savunurdu.
Akşemseddin, bitkilerin yanı sıra minerallerin ve bazı hayvansal ürünlerin tıpta kullanımını da araştırmıştır. Kimya bilgisini kullanarak, bu maddelerden elde edilen özleri ve bileşikleri tıbbi amaçlar için nasıl kullanılabileceğini incelemiştir. Onun bu yaklaşımı, modern farmakolojinin ve fitoterapinin (bitkisel tedavi) kökenlerine işaret eden önemli bir adımdı. Akşemseddin’in eczacılık ve botanik alanındaki bu kapsamlı bilgi birikimi, onu döneminin önde gelen hekimlerinden biri yapmış, hastalıklara karşı doğal ve etkili çözümler sunma yeteneğiyle tanınmasını sağlamıştır (Uzunçarşılı, 1988).
Akşemseddin, tıp tarihinde adeta Doğu’nun parlayan bir yıldızı olarak yerini almıştır. Onun en büyük ve devrimci katkısı, şüphesiz ki mikrobiyolojinin temelini atan bilim insanlarından (Pasteur, Koch) çok önce, 15. yüzyılda “tohumcuklar” (mikroplar) aracılığıyla hastalıkların yayıldığını öngörmesidir. Bu, sadece bir teori değil, aynı zamanda gözlem ve akıl yürütme yoluyla elde edilmiş, kendi çağının çok ötesinde bir bilimsel sezgiydi. Batı’da bu fikirlerin kabul görmesi ve bilimsel olarak kanıtlanması için en az dört yüz yıl daha beklemek gerekecekti.
Akşemseddin’in kişiliği, bilim ve tasavvufu eşsiz bir şekilde harmanlamasıyla öne çıkar. O, ilahi aşkın ve manevi derinliğin, bilimsel merak ve rasyonel düşünceyle nasıl bir arada var olabileceğini göstermiştir. Bu, İslam bilim geleneğinin ve Türk-İslam medeniyetinin, sadece dini ilimlerde değil, aynı zamanda tıp, astronomi, matematik ve mühendislik gibi pozitif bilimlerde de ne denli ileri seviyelere ulaştığının somut bir kanıtıdır.
Akşemseddin, sadece teorik bilgiyle yetinmeyen, aynı zamanda pratik uygulamalara ve klinik gözlemlere büyük önem veren bir hekimdi. Onun hijyen, karantina ve bitkisel eczacılık konusundaki görüşleri, modern tıp uygulamalarına atılan ilk adımlar olarak kabul edilebilir. Türk-İslam bilim dünyasında, onun adı, hem manevi bir rehber hem de bilime ışık tutan bir öncü olarak saygıyla anılır. Akşemseddin, kendi çağının ötesine geçerek, insanlığın bilimsel gelişimine paha biçilmez bir miras bırakmıştır.
Akşemseddin’in mirası, günümüzde de ışık saçmaya devam etmektedir. O, sadece Fatih Sultan Mehmet’in fethine manevi destek veren bir din alimi ve tasavvuf lideri olarak değil, aynı zamanda modern bilimin, özellikle mikrobiyolojinin öncüsü olarak anılmayı hak etmektedir. Onun “tohumcuklar” teorisi, günümüz tıp eğitiminde ve mikrobiyoloji araştırmalarında hala şaşkınlıkla karşılanan ve takdir edilen bir öngörüdür. Bu, bir bilim insanının, o dönemdeki sınırlı imkanlara rağmen, keskin gözlem yeteneği ve derin düşünce gücüyle ne denli büyük keşiflere imza atabileceğinin bir örneğidir.
Akşemseddin’in adı, Türk ve İslam bilim dünyasında, bilimsel merakın, inancın ve insanlığa hizmet arzusunun birleştiği bir ilham kaynağı olmaya devam etmektedir. Onun çok yönlü kişiliği, genç bilim insanlarına ve araştırmacılara, farklı disiplinleri bir araya getirerek yeni çözümler bulmanın ve sınırları aşmanın mümkün olduğunu göstermektedir. Modern tıp ve bilim anlayışına olan katkılarının yeniden değerlendirilmesi ve hak ettiği değeri görmesi, Akşemseddin’in mirasının günümüz için de ne kadar canlı ve geçerli olduğunu ortaya koymaktadır.
Gelecek nesillere aktarılması gereken en önemli miraslardan biri, Akşemseddin’in bilimsel düşünceye olan bağlılığı ve sorgulayıcı ruhudur. O, dogmatik bilgiyi sorgulamaktan çekinmeyen, kendi gözlemleriyle gerçeğe ulaşmaya çalışan bir bilim insanıydı. Bu ruh, çağlar ötesi bir ilham kaynağı olarak, insanlığın bilimsel keşif yolculuğuna ışık tutmaya devam edecektir. Akşemseddin, sadece bir “Gönül Sultanı” değil, aynı zamanda “Gözle Görülmeyenin Peşindeki Bilim Dedektifi” olarak tarihin sayfalarında yerini almıştır.
Kağıdın İzinde Bir Öncü: İbn Fazl ve Bağdat’ın Ses Getiren Kağıt Fabrikası